Blog post hero image
Portikoların Altında Kaybolmak: Bolonya'ya Sakin Bir Seyahat Rehberi

Portikoların Altında Kaybolmak: Bolonya'ya Sakin Bir Seyahat Rehberi

By Wanderoria
|25.08.2025|17 min read

Portikoların Altında Kaybolmak: Bolonya'ya Sakin Bir Seyahat Rehberi

Bolonya, ilk bakışta diğer İtalyan şehirlerine göre daha sessiz, daha sade bir havası olan ama içine girdikçe sizi kendine bağlayan bir yer. Beni en çok etkileyen şey, yürüdükçe uzayan portico’ların altında kaybolma hissiydi. Bu şehirde zaman biraz daha yavaş akıyor; şaraplar daha derin, yemekler daha gerçek ve sokaklar daha az gösterişli ama daha sıcak.

Eğer siz de İtalya’da çok bilinen rotaların dışına çıkmak, ama yine de harika tatlar, güzel yürüyüşler ve keyifli akşamlar yaşamak istiyorsanız, bu yazı tam size göre. Bolonya'da nereye yürünür, ne yenir, hangi kadeh nerede yudumlanır ve nerede konaklanır — hepsi bu rehberde.

Bolonya'da 2 günlük dolu ama sade bir şehir kaçamağının izlerini paylaşacağım.

Nerelerde Yürümeli – Bolonya Sokaklarında Sessiz Bir Zaman Yolculuğu

Bolonya'yı yürüyerek keşfetmek, bir şehri değil, zamanın farklı katmanlarını adımlamak gibi.

İlk durağım tabii ki herkesin kalbini çalan Piazza Maggiore oldu. Burası sadece şehrin merkezi değil, aynı zamanda ruhunun da yaşadığı yer gibi. Sabahları hareketli, akşamları ise sanki bir tiyatro sahnesi... Ben yazın ortasında gittiğim için meydanda dev bir ekran kurulmuştu ve açık hava film festivaline denk geldim. Hiç planımda yoktu ama kendimi, tarihi binaların arasında, taş zemine oturmuş halde, yıldızların altında İtalyanca bir film izlerken buldum. Filmden çok o anın huzurunu hatırlıyorum. Bazen bir şehir seni planlamadığın şekilde yakalar ya… İşte o an Bolonya bana bunu yaptı.

 

Meydanın çevresi, her adımda yeni bir hikâye sunuyor. Palazzo d’Accursio, kırmızı tuğlaları ve saat kulesiyle dikkat çekiyor; hemen yanındaki Sala Borsa, dışarıdan klasik bir bina gibi görünse de içine girince başka bir dünya açılıyor. Cam zeminli alanın altından Roma dönemine ait arkeolojik kalıntılar görülüyor. Modern bir kütüphane ile antik geçmişin üst üste yaşadığı bir yer burası.

En çok etkilendiğim şeylerden biri ise Palazzo del Podestà’nın altındaki kemerdi. İki kişi karşılıklı olarak kemerin köşelerine geçtiğinde, fısıltıyla bile konuşsanız diğer kişi tüm söylediklerinizi duyabiliyor. Fiziksel olarak açıklanabilir bir akustik olay olabilir, ama bana göre küçük bir sihirdi. Şaşırarak denedik, sonra sessizce güldük.

Tabii her şehirde olduğu gibi, küçük ama dikkat isteyen detaylar da vardı. Basilica di San Petronio, İtalya’nın en büyük kiliselerinden biri, ama ne yazık ki kız arkadaşım giydiği kıyafet yüzünden içeri alınmadı. Bunu yaşayan çok insan oluyordur; girmeden önce mutlaka omuzları ve dizleri kapatan bir şeyler giymek gerekiyor. Bu da şehir notlarıma “önemli ama gözden kaçabilecek detay” olarak eklendi.

Yürüyüşe devam ettikçe, şehir sana kendi sırlarını açıyor. Özellikle Via dell’Indipendenza üzerinden uzanıp Via Rizzoli ve Via Zamboni'ye doğru ilerlemek, Bolonya'nın hem klasik hem genç yüzünü gösteriyor. Portico’lar (kemerli geçitler) burada tam anlamıyla başrolde. Bolonya’nın en özel yanı bu portico sistemi: 40 km’den uzun bir ağ gibi şehri sarmışlar. Güneşin kavurucu olduğu saatlerde gölge sağlıyor, yağmurda ise ıslanmadan yürüyebiliyorsun. Kaldırım taşlarının çıkardığı sesler bile yürüyüşe bir ritim katıyor.

Bir başka dikkat çekici öğe ise şehrin iki ünlü kulesi: Torre degli Asinelli ve Torre Garisenda. Bolonya’da eskiden soylu aileler kendilerini göstermek ve savunma sağlamak amacıyla bu kuleleri inşa edermiş. Bir tür statü sembolüymüş. Zamanla çoğu yıkılmış ama bu ikisi hala ayakta. Garisenda hafifçe eğik ve bunu gözle görebiliyorsun. Hatta bazıları bu kuleyi Pisa Kulesi'yle kıyaslıyor ama burada mesele biraz farklı — Bolonya’daki kuleler daha “ham ve gerçek” duruyor. Tırmanış yapmak istersen Torre degli Asinelli’e çıkabilirsin ama benim için bu kuleler sadece bakarak hayal kurmalık yapılar olarak kaldı.

Son olarak bir de “La Finestrella”, yani Küçük Venedik Penceresi var. Canale delle Moline üzerindeki bu küçük pencere, Bolonya’nın nadir su kanallarından birine bakıyor. Sosyal medyada sıkça paylaşılsa da, çok büyük bir olayı yok. Ama yine de portico altından yürüyüp dar bir duvardan içeri bakmak, şehrin sürprizlerinden biri. “Bolonya’nın Küçük Venedik’i” deniyor. Gidip görmeye değer, ama beklentiyi yüksek tutmamakta fayda var.

🍽️ Bolonya'da Nerede - Ne Yenir

“Bolonya mutfağı beni doyurmadı, beni susturdu.”

Bolonya'ya daha önce birkaç kez gittim ama her gidişimde ortak bir şey yaşadım: daha da lezzetli yemekler. Şehir her ziyaretimde kendini biraz daha açtı bana, ama bunu hiçbir zaman aceleyle yapmadı.
Yemeğin burada bir ritmi var. Yavaş, ama kararlı. Bir tabak makarna; biraz sessizlik, bir kadeh şarap; sonra tekrar sohbet... Bu şehirde yemek, bir olay değil, bir akış.

Her ziyaretimizde kız arkadaşımla birlikte aynı restoranı aradık: Osteria dell'Orsa. Burası artık bizim Bolonya’daki “yemek yuvamız” gibi. Turistik olmasına rağmen hala otantik havasını koruyor. Masalar dip dibe ama rahatsız etmiyor, içerideki uğultu sohbetin doğallığından, seslerin samimiyetinden geliyor. Duvarlar eski, taş zemin yıpranmış ama tam da bu yüzden gerçek.

İlk oturduğumuzda tagliatelle al ragù söyledik — bolonez sosuyla yapılan klasik bir yemek ama burada kıyması, domatesi, baharatı öyle dengeliydi ki her lokmada kendi içimize çekildik. Bir keresinde lazanya denedik; yeşil yapraklı lasagna verdi’ydi — dışarıdan bakınca yoğun gibi duruyor ama o kadar dengeliydi ki yedikten sonra ağırlık değil huzur hissettik. Yanına söylediğimiz Greek salata şaşırtıcı şekilde çok başarılıydı; hem büyük porsiyon, hem taptaze sebzelerle doluydu.
Tüm bu yemekleri bir arada düşününce, Osteria dell'Orsa'yı sadece bir restoran değil, Bolonya'nın lezzet hafızasının canlı bir parçası gibi gördüm.

Masaya getirilen ev yapımı şaraplar da özel bir notu hak ediyor. Beyazı hafif ama aromatik, kırmızısıysa derin ve yuvarlaktı. Bardaklar şık değil, sade ama şarapla birleşince her yudumda mekanla daha da kaynaşıyorsun.
Tabaklara bolca parmesan serpmeyi unutmayın; masaya servis edilen parmesanla damak zevkinize göre lezzeti kendiniz tamamlıyorsunuz. Bu özgürlük, bu “kendin karar ver” tavrı, Bolonya mutfağının da ruhu gibi.

 

Tatlı olarak bir gün tiramisu söyledik ama Osteria dell'Orsa’daki versiyon bizi çok tatmin etmedi. Kötü değildi ama akılda da kalmadı.
İyi bir tiramisu arıyorsanız, kesinlikle size Il Caffè della Corte Bistrot’u öneririm. Bu küçük mekanda yediğimiz tiramisu, kız arkadaşımın şu ana kadar denediği en iyilerden biriydi.
Lezzeti hem yoğun hem dengeliydi; çiğ yumurta kremasının verdiği hafifliği, kahveyle bütünleşen keki ve kakao dengesi çok iyi ayarlanmıştı. Tatlı yerken göz göze bakıp “çok iyi bu” dediğimiz anları kolay kolay unutmam.

Bu kadar güzelliğin arasında bir küçük hayal kırıklığımız da oldu: başka bir mekanda sipariş ettiğimiz ravioli maalesef çok küçük bir porsiyonla geldi. Lezzet iyiydi ama doymadık. Böyle durumlar da oluyor; Bolonya sizi kucaklıyor ama bazen biraz nazlı da olabiliyor.

Bolonya'daki kahvaltılar da en az akşam yemekleri kadar akılda kalıcıydı. Tren ve otobüs istasyonunun hemen karşısındaki pasajda, birkaç farklı büfenin ortak menüsünden sipariş verebildiğiniz küçük bir alan var. İlk başta karışık gibi görünse de sistem oldukça pratik: istediğinizi söylüyorsunuz, onlar gidip hangi büfeyse oradan getiriyorlar. Biz Bolonya bölgesine özgü domuz ürünlü bir sandviç denedik; içinde ayrıca kuru domates ve enginar vardı. Gerçekten çok lezzetliydi ve sandviçin boyutu da beklentimizin üzerindeydi. Yanına bir kruvasan ve küçük bir pancake ekleyerek mükemmel bir kahvaltı yaptık.

Bu kahvaltı mekanı özellikle günübirlik seyahatler için çok uygun. Eğer Bolonya'dan Modena, Verona ya da Rimini gibi yerlere günübirlik geçiş yapmayı düşünüyorsanız, bu pasajdan hem doyurucu bir kahvaltı edebilir hem de trene veya otobüse atıştırmalık alabilirsiniz.

Diğer kahvaltı alternatifimiz ise şehirdeki lokal pazarlar, yani mercatolar oldu. Özellikle Mercato delle Erbe içinde satılan küçük dört köşeli pizzalar bizi çok mutlu etti. Hem sıcak hem taze hazırlanmışlardı. Fiyat olarak da diğer restoranlara göre daha uygundu. Burada turistten çok yerel halkla karşılaşıyorsun, ve bu da lezzet kadar ortamı da güzelleştiriyor.

Sonuç olarak, Bolonya'da yemek yemek bir gezi planının maddesi değil, seyahatin kendisi.
Sadece açlık değil, yorgunluk, merak, sevgi, sohbet, sessizlik — hepsine bir tabakla cevap veriyor bu şehir.
Ve bunu her defasında başka bir tatla yapıyor.

🍷 Bolonya'daki Şarap ve Kafe Köşeleri

“Kahveyle başlayan, bira ve şarapla ağırlaşan bir gün; sessiz sokakların ve gürültüsüz keyfin şehri.”

Bazı şehirler sabah kahvesiyle başlar, bazılarıysa akşam şarabıyla hatırlanır. Bolonya ise her ikisini de sindirerek, acele etmeden, insanı yormadan yaşatır.

Sabahları şehre karışmadan önce kahve içmek benim için bir alışkanlık değil, bir ihtiyaç. Il Caffè della Corte Bistrot, hem tiramisusu hem de kahvesiyle bu şehirde favorimiz oldu. Sabah saatlerinde burada bir kahve ve kruvasan almak, iç mekandaki loş ışık ve taş duvarların arasında günün geri kalanına hazırlanmak gibi.
Kahveler klasik ama tam yerinde: kısa, güçlü, ne eksik ne fazla. Fiyatlar da oldukça uygun.
Şehirdeki çoğu kafede fiyat/performans dengesi iyi. Bir fincan espresso, yanında bir tatlı — hızlı İtalyan stili, ama zamanın biraz yavaş aktığına şahit oluyorsun.

Bolonya’da yürürken karşılaştığım her vitrin beni içeride ne olduğunu tahmin etmeye zorluyordu. Özellikle bir tanesi var ki… Bialetti mağazası. Vitrindeki moka potların parıltısı göz alıcıydı, içeriden gelen kahve kokusuyla birleşince, içeri girmemek için kendimi gerçekten zor tuttum. “Sana sonra geleceğim” dedim, ama biliyordum: Böyle vitrinler şehirden daha fazlasını akılda bırakır.
Şehirle bir bağ kurduğunuzda, o küçük kahve makinesi bile bir tür hatıra haline gelir.

Akşamüstü otele dönmeden önce kısa bir yürüyüşe çıktık. Merkeze doğru ilerlerken Parco della Montagnola’nın içinden geçtik. Parkın önünden daha önce geçmiştik ama o saatlerde bambaşka bir havaya bürünmüştü. Gençler çimenlerde oturmuş, bazıları müzik çalıyor, bazıları ise küçük büfelerden aldıkları biralarını, şaraplarını yudumluyordu.
O an Bolonya'nın sadece tarihi değil, yaşayan bir şehir olduğunu hissettik. Sokaklar trafiğe kapanmıştı, sadece yayalara aitti. Bu bile yeterince özeldi.

Bizse içkimizi biraz daha geç saatlerde, otelde içtik. Kaldığımız yerde küçük bir bar vardı ve oradan denediğim Messina markalı İtalyan birası, sade ama çok lezzetliydi. 

Hafif malt tadı, serinliği ve hiçbir iddiası olmadan keyif verme haliyle Bolonya'nın genel ruhuna çok yakıştı. Şarap kadar yoğun değil, kahve kadar kısa da değil. Tam arada bir nefes gibi.

Sonra gece yürüyüşleri geldi… Dar sokaklarda yavaş adımlarla ilerlerken, şarapla hafif bulanıklaşan vitrinler, portico altındaki ışık gölgeleri, ve hafif serinlik…
Bolonya, akşam içkisini sadece bir keyif olarak değil, bir “yavaşlama önerisi” olarak sunuyor. Ve sen o öneriyi kabul ettiğinde, şehir seninle başka bir tonda konuşmaya başlıyor.

 

Şaraplara gelince... Bu şehir, Emilia-Romagna bölgesinin kalbi olduğu için zengin ve karakterli bir şarap kültürüne sahip.
Lambrusco, bu bölgenin yıldızı: hafif köpüklü, genellikle kırmızı ya da pembe ve soğuk içiliyor. Özellikle yaz akşamlarında içini ferahlatıyor ama aromasıyla da seni oyunda tutuyor.
Bir akşam, küçük bir barın köşesinde oturup Lambrusco içerken etrafı izledim. Sokaktan geçen insanların ayakkabısına, yüzündeki ifadeye kadar her şeyi fark etmeye başladım. Bu şarap, sadece damağını değil, gözünü de açıyor.

Bir diğer favorimse Pignoletto oldu. Genelde beyaz şaraplarda kullanılıyor. Taze, meyvemsi ve hafif floral aromalı. Özellikle aperitivo saatlerinde çok tercih ediliyor. Yanına küçük bir peynir tabağı ya da birkaç zeytin eklendiğinde, şehri yavaş yavaş sindirmeye başlıyorsun.
Turistik olmayan küçük barlar, dar sokaklara gizlenmiş minik şarap durakları... Hepsi birer keşif noktası.
Bazılarının adını hatırlamıyorum ama hissettirdiklerini unutamıyorum.

Kısa bir not da olsun: Osteria dell’Orsa’da içtiğimiz ev yapımı şaraplar yine klasik ama keyifliydi. Kırmızısı biraz daha yoğun, beyazıysa tam bir yaz eşlikçisi. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, ama yine de orada bir yudumda Bolonya'yla bağ kurduk diyebilirim.

🛏️ Bolonya'da Nerede Kaldık

“Bazen bir şehirde kalmazsın, bir yer sana ev gibi gelir.”

Bolonya’ya her gidişimizde tercihimizi değiştirmedik. Artık bizim için bir geleneğe dönüştü: Combo Hostel.
İsmi basit ama yaşattığı deneyim her seferinde beklentimizin ötesindeydi.

İlk olarak odalar oldukça temizdi. Bu tür yerlerde genelde temizlikle ilgili bazı tavizlere hazır olursun ama burada öyle bir şey yaşamadık. Her şey düzenliydi ve konaklama boyunca hiçbir detay bizi rahatsız etmedi.
Personel de bir o kadar sıcak ve ilgiliydi. Her sorumuza cevap aldık, her isteğimiz duyuldu. Bunu samimiyetle söyleyebilirim çünkü farklı zamanlarda aynı hostelde kaldık ve deneyimimiz hep tutarlıydı.

Combo Hostel, farklı tercihlere uygun birçok seçenek sunuyor. Klasik yatakhaneler olduğu gibi, biz her seferinde tercih ettiğimiz gibi, özel odalar da mevcut. Ve bu odalar hem fiyat açısından uygun hem de konfor açısından tatmin ediciydi. Bolonya’da bu seviyede kalıp da bütçeyi yormamak kolay değil.

Ama bu hostelin bizim için en özel yeri: bahçesi.


Geniş, yemyeşil, ama en önemlisi o atmosfer… Her ülkeden insanın bir araya gelip içeceklerini yudumlayarak sohbet ettiği, ama bunu sessizlik ve saygı içinde yaptığı bir alan.
İstersen hostelin barından bir litre bira ya da klasik bir aperol spritz alabilir, istersen kendi içeceğini dışarıdan getirip o ortamda herkes gibi yerini alabilirsin.
Biz birçok akşamı burada geçirdik. Yeni insanlar tanıdık, deneyim alışverişi yaptık, bazen sadece dinledik. Bu bahçe, sadece sosyal değil; güvenli, rahatlatıcı ve seni evinde gibi hissettiren bir alan.

Sabah kahvaltı seçeneği de var. Bize biraz sade geldi ama gördüğüm kadarıyla birçok kişi için yeterliydi. Özellikle kruvasan, reçel, meyve ve sıcak içecek seçenekleriyle klasik bir Avrupa hosteli kahvaltısı sunuluyor.

Hostelin konumu da oldukça stratejik. Tren istasyonuna 8–10 dakika yürüyerek ulaşılabiliyor. Bu da özellikle Modena, Verona, Rimini gibi şehirler için günübirlik plan yapanlar için büyük avantaj.
Ayrıca havaalanı transferi sağlayan ama biraz pahalı olan Marconi Express hattına da yine yürüyerek ulaşılabiliyor.
Merkeze yürüyerek gitmek biraz daha uzun sürüyor — yaklaşık 20 dakika ama yollar düz, portico’lu ve çoğunlukla güvenli.

Yine de son gidişimizde bir gözlem dikkatimi çekti: tren istasyonunun hemen karşısındaki meydanda gözle görülür bir mülteci kalabalığı vardı. Bu durum doğrudan bir tehdit oluşturmasa da, özellikle geç saatlerde biraz temkinli olmakta fayda var. Bolonya genel olarak güvenli bir şehir ama büyük istasyon çevreleri her zaman biraz daha dikkat ister.

🎒 Eğer Benim Gibiyseniz…

Eğer sen de günün kalabalık saatlerinde değil, sokakların boşalmaya başladığı saatlerde yürümeyi seviyorsan…
Eğer yemek yerken sadece doymayı değil, yavaş yavaş tat almayı, karşılıklı sessizlikte anlaşmayı seviyorsan…
Eğer bir şehri ezberlemekten çok, anlamaya çalışıyorsan; ve anlamaya çalışırken bazen kendi iç sesine kulak vermek istiyorsan — Bolonya seni sarıp sarmalayacaktır.

Bolonya'nın sessiz sokaklarında gece yürümek, kalabalıktan kaçarken yalnızlığı kutlamak gibi.
Kahveyi hızlıca değil, oturarak, yudum yudum içiyorsan…
Şarabı sadece içki değil, ruh hali olarak görüyorsan…
Bolonya sana kendi diliyle fısıldayacaktır.

Ayrıca Hoşunuza Gidebilir

Related post beyond-the-porticos-a-practical-travel-guide-to-bologna

Portikoların Ötesinde: Bolonya'ya Pratik Bir Seyahat Rehberi

Bu yazıda: Bolonya’da mutlaka görülmesi gereken yerleri, Turist kalabalıklarının dışındaki gizli köş...

Devamını Oku
Related post bologna-travel-essentials-accommodation-food-transport-guide

Bolonya Seyahatinde Bilinmesi Gerekenler Konaklama, Yemek ve Ulaşım Rehberi

Nerede kalınır, ne yenir, nasıl ulaşılır, havaalanından merkeze en kolay nasıl geçilir ve Bolonya’da...

Devamını Oku