Blog post hero image
Lizbon’da İlk Günüm – Renkli Tepelerin Şehrine İlk Adım

Lizbon’da İlk Günüm – Renkli Tepelerin Şehrine İlk Adım

By Wanderoria
|05.12.2025|13 min read

Lizbon’da İlk Günüm – Renkli Tepelerin Şehrine İlk Adım

  1. Lizbon’a İlk Adım: Havaalanından Şehre İlk Yolculuk
  • Lizbon Havalimanı’ndan şehir merkezine ulaşım (metro, otobüs, taksi, Bolt)
  • İlk izlenimler: Lizbon’un havası, renkleri, mimarisi
  • Bavul bırakıp şehirle tanışma anı
  1. Şehri Tanımaya Başlamak: Lizbon’un Yokuşları ve Manzaraları
  • Alfama sokaklarında ilk yürüyüş
  • Miradouro de Santa Luzia ve Portas do Sol manzarası
  • Sarı tramvayların sesiyle Lizbon ruhu
  1. Tarih ve Günlük Hayat Arasında: Lizbon’un İlk Durağı
  • Sé Katedrali veya Baixa-Chiado çevresi
  • Sokak müzisyenleri, azulejo’lar (seramik desenler)
  • Fotoğraf çekmek için en iyi saatler
  1. Öğle Molası: Deniz Kokusu ve Portekiz Mutfağıyla Tanışma
  • Time Out Market veya küçük bir lokal restoran deneyimi
  • Bacalhau, pastel de nata gibi ilk tatlar
  • Fiyatlar ve porsiyonlar hakkında ilk izlenimler
  1. Akşamüstü Lizbon: Nehir Kenarında Gün Batımı
  • Praça do Comércio ve Tejo Nehri yürüyüşü
  • Gün batımında içilecek sangria veya tinto verde
  • Günün sonunda hissettiklerim
  1. Lizbon’da İlk Günün Ardından: Küçük Tavsiyeler ve Notlar
  • İlk gün için yürüyüş rotası önerisi (Google Maps linkiyle)
  • Ayakkabı, harita ve hava durumu tavsiyesi
  • Lizbon’un enerjisini hissetmek isteyenlere kişisel öneriler

 

  1. Lizbon’a İlk Adım: Havaalanından Şehre İlk Yolculuk

Uçağım sabah saatlerinde Lizbon Humberto Delgado Havalimanına indiğinde, havada hem okyanusun hem de şehrin enerjisinin karıştığı bir koku vardı. Daha uçaktan iner inmez fark ediyorsunuz: Lizbon, sessiz bir başkent değil. Burada hayatın ritmi denizin dalgalarıyla, tramvayların ziliyle ve sokaklardan gelen müzikle atıyor.

Pasaport kontrolü oldukça hızlı geçti. Lizbon’un havalimanı küçük ama işlevsel; şehrin merkezine ulaşmak da Avrupa’daki birçok başkente göre çok daha kolay. Metro istasyonu terminalin hemen alt katında yer alıyor. Kırmızı hat (Linha Vermelha) sizi doğrudan şehir merkezine bağlıyor.

2025 itibarıyla tek bilet 1,80 €, Viva Viagem kartı ise 0,50 €. Eğer birkaç gün kalmayı planlıyorsanız bu kartı saklayın; hem metro hem otobüs hem de tramvaylarda geçiyor.

Benim rotam Baixa-Chiado yönündeydi. Yaklaşık 25 dakikalık bir metro yolculuğundan sonra şehrin kalbine vardım. Metrodan çıktığım anda yüzüme çarpan o ılık rüzgârla birlikte, karşımda pastel tonlarda binalar ve dar Arnavut kaldırımlı sokaklar belirdi.
Bir an durup etrafa baktım: tramvay sesi, kahve kokusu, sabah güneşiyle parlayan azulejo desenleri... İşte o anda gerçekten Lizbon’a geldiğimi hissettim.

Bavulumu küçük bir Alfama oteline bırakıp, plan yapmadan kendimi sokaklara bıraktım. Çünkü Lizbon’da en güzel keşifler, kaybolduğunuzda başlıyor.

 

  1. Şehri Tanımaya Başlamak: Lizbon’un Yokuşları ve Manzaraları

Lizbon’da yürümeye başladığınız an, şehrin sadece sokaklardan değil; hikâyelerden, seslerden ve yokuşlardan oluştuğunu fark ediyorsunuz. Burası gerçekten de “yedi tepe üzerine kurulmuş şehir” tanımını hak ediyor. Her adımda nefesinizi kesen bir manzara, bir virajın ardından karşınıza çıkan bir kilise ya da bir evin duvarındaki mavi azulejo’larla süslü sahne sizi bekliyor.

İlk hedefim Alfama oldu — Lizbon’un kalbi, geçmişin hâlâ yaşadığı o labirent gibi mahalle. Dar sokaklara girdikçe zamanın biraz yavaşladığını hissediyorsunuz. Kapı önlerinde sandalyesine oturmuş yaşlı kadınlar, balkonlardan sarkan çamaşırlar, taş duvarlara vuran gitar sesleri… Her köşe sanki Portekiz’in ruhunu gösteriyor.

Biraz tırmanıştan sonra ilk manzara noktasına ulaştım: Miradouro de Santa Luzia. Renkli mozaiklerle çevrili teras, Tejo Nehri’ne bakan mükemmel bir panorama sunuyor. Hafif bir rüzgar eserken, altın sarısı tramvaylar aşağıda süzülüyor, uzaklarda 25 Nisan Köprüsü göz kırpıyordu.

Sadece birkaç dakika yürüyünce Portas do Sol’a varıyorsunuz. Burası sabah ışığında Lizbon’un fotoğrafını çekmek için en iyi yerlerden biri. Eğer elinizde kahve varsa, şehrin ilk sabahını burada karşılamak bambaşka bir deneyim.

Bu sokaklarda yürürken zaman kavramı kayboluyor. Yokuşlar yorucu ama bir yokuşun bitiminde karşınıza çıkan manzara, bütün yorgunluğu siliyor. Lizbon’da yürümek aslında şehri değil, kendi merakınızı keşfetmekle ilgili. Her sokakta bir sürpriz var — kimi zaman bir sanat galerisi, kimi zaman minik bir fado barı ya da sadece sessiz bir kapı önünde oturan biriyle selamlaşmak.

Akşamüstüne doğru güneş binaların pastel tonlarını daha da parlattığında, farkına varıyorsunuz: Lizbon sadece gezilecek bir yer değil, hissedilecek bir şehir.

 

  1. Tarih ve Günlük Hayat Arasında: İlk Durağım Sé Katedrali

Alfama sokaklarında biraz yürüyüp tramvay raylarını takip ettiğinizde, birden karşınıza devasa taş bir yapı çıkıyor: Sé de Lisboa (Lizbon Katedrali). 12. yüzyılda inşa edilmiş bu katedral, hem şehrin en eski hem de en dayanıklı yapılarından biri. Depremler, yangınlar, istilalar… Hepsine rağmen hâlâ dimdik ayakta.

İçeri girdiğimde sessizlik hemen dikkatimi çekti. Yüksek tavanlardan süzülen loş ışık, taş duvarlara vuruyor; mumların kokusu eski zamanlardan kalma bir huzur yaratıyordu. Lizbon’un dışındaki enerjik kalabalığın tam tersine, burada zaman durmuş gibiydi.
Katedralin içindeki vitray pencerelerden gelen renkler, sabah ışığıyla birleşince nefes kesici bir atmosfer oluşturuyor. Bu katedral sadece bir dini yapı değil, aynı zamanda Lizbon’un yaşadığı tüm tarihsel dönemeçlerin bir tanığı gibi.

Katedralin hemen önünden geçen Tramvay 28’in sesi, dışarı çıkınca sizi yeniden şehre döndürüyor. Bu tramvay Lizbon’un sembollerinden biri — sadece bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda bir gezi rotası. İlk gün, bu sarı tramvaya binmek benim için hem nostaljik hem de şehirle bütünleşme anıydı.

Dar sokaklardan geçerken tekerleklerin raylara sürtünme sesiyle birlikte, pencereden içeri dolan rüzgârla şehri bambaşka bir açıdan görüyorsunuz. Yerel halk işe giderken, turistler kameralarla pencerelere yaslanıyor; herkes aynı ritimde ilerliyor.

Tramvay ilerledikçe karşınıza Graça, Baixa, Estrela gibi mahalleler çıkıyor. Ancak ben ilk gün, sadece kısa bir hat boyunca gidip geri dönmeyi seçtim. Çünkü Lizbon’u sindirerek gezmek, bir günü bile bambaşka bir deneyime dönüştürebiliyor.

Tramvaydan indiğimde tekrar katedralin önündeydim. Saat öğleni geçmişti. Sokakta pastel renkli binaların gölgeleri uzuyor, hava hafif ısınmaya başlıyordu. Bir sonraki durak: Lizbon mutfağıyla ilk tanışmam olacaktı.

 

  1. Öğle Molası: Deniz Kokusu ve Portekiz Mutfağıyla Tanışma

Lizbon’da sabah yürüyüşleri sizi hem acıktırıyor hem de iştahınızı açıyor — çünkü her köşe başından taze balık, ızgara kokusu ya da fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusu geliyor. Katedralden aşağıya, Baixa yönüne doğru yürüdüğümde denizden gelen tuzlu rüzgârla birlikte midem guruldamaya başlamıştı. İlk hedefim, hem yerel yemekleri tatmak hem de atmosferi hissetmekti: Time Out Market Lisboa.

Market’e girdiğimde hemen anladım ki burası sadece bir yemek alanı değil, Lizbon’un mutfak kültürünün modern bir vitrini. Eski bir pazar binasının içine kurulmuş dev bir salon; etrafında 30’dan fazla restoran standı, ortasında uzun ahşap masalar… Her köşede bir başka tat sizi çağırıyor.

İlk siparişim Bacalhau à Brás oldu — Lizbon’un ünlü tuzlanmış morina balığından yapılan bir yemek. İncecik patates kızartmaları, yumurta ve zeytinle karıştırılarak servis ediliyor. Tadı hem hafif hem de doyurucu. Ardından bir porsiyon Polvo à Lagareiro (zeytinyağında ahtapot) söyledim; dışı çıtır, içi yumuşak, üzerine dökülen sarımsaklı yağla mükemmel bir denge yakalamış.

Yemekleri ılımlı bir beyaz şarap olan Vinho Verde ile eşleştirdim. Hafif gazlı, düşük alkollü bu şarap Portekiz mutfağının tuzlu lezzetleriyle harika uyum sağlıyor. Ortalama fiyatlar 2025 itibarıyla ana yemekler için 12–18 €, şarap kadehi için 3–4 € civarında.

Tatlı olarak, tabii ki Pastel de Nata yemeden olmazdı. Dışı çıtır, içi kremamsı bu minik tart, kahveyle birlikte Lizbon’un sembolü sayılır. İlk lokmamı aldığımda anladım neden bu kadar övülüyor: Vanilya, karamel ve tarçın kokusu, şehrin sıcak havasıyla birleşince eşsiz bir an yaratıyor.

Marketin kalabalığı içinde herkesin keyifle yemek yediğini, kahkahalar ve çatal seslerinin birbirine karıştığını izledim. Lizbon’un enerjisi tam da burada hissediliyor: ne çok hızlı, ne çok yavaş… Öğle yemeğinden sonra Tejo Nehri kıyısına yürüdüm. Hafif bir esinti, uzaktan müzik sesi, ellerinde dondurma tutan çocuklar… Şehrin sakin ama canlı havası bir kez daha kendini hissettirdi.

Lizbon’da ilk günümün ortasına geldiğimde artık farkındaydım: bu şehir, sizi acele ettirmiyor. Her şeyin tadı, yavaşça çıkarılmalı — tıpkı Pastel de Nata gibi.

 

  1. Akşamüstü Lizbon: Nehir Kenarında Gün Batımı

Öğle yemeğinden sonra, Lizbon’un enerjisi biraz yavaşlıyor. İnsanlar kahvelerini ellerine alıp gölgede soluklanıyor; sokak müzisyenleri ritmini yumuşatıyor. Ben de kendimi Praça do Comércio meydanına doğru yürürken buldum. Geniş sarı binalarıyla çevrili bu meydan, şehrin kalbi gibi — hem denize hem tarihe açılan bir kapı.

Meydanın tam ortasındaki Kral José I heykeli, arkasındaki görkemli Rua Augusta Takı ve hemen önünde uzanan Tejo Nehri… Burası gün batımını izlemek için Lizbon’un en ikonik noktalarından biri. Banklardan birine oturup, günün yavaş yavaş altın tonlara bürünmesini izledim. Nehrin üzerinde süzülen tekneler, martıların sesi, rüzgârın getirdiği tuz kokusu… Her şey sanki özel olarak ayarlanmış bir sahne gibi.

Güneş batarken, nehir kenarındaki Cais das Colunas merdivenlerine doğru indim. Suya çok yakın, huzurlu bir nokta. Yerel halk burada oturur, gençler gitar çalar, bazıları elinde sangria veya bira şişesiyle sessizce günün bitişini seyreder. Ben de bir kadeh Tinto Verde (soğuk kırmızı şarap) aldım ve kalabalığa karıştım.
Lizbon’da gün batımı izlemek bir ritüel gibi; kimse acele etmiyor, herkes o anı paylaşmanın farkında.

Güneş ufukta kaybolurken 25 Nisan Köprüsü’nün silueti pembe ve turuncu tonlara büründü. Nehrin karşı kıyısında, dev Cristo Rei heykeli gökyüzüne karşı dimdik duruyor; kollarını açmış gibi tüm şehri selamlıyordu. O an, Lizbon’un manzarası sadece güzel değil, huzur verici geldi.

Yavaş yavaş hava kararmaya başladığında çevredeki kafeler dolmaya başladı. Sokak lambaları yanıyor, tramvayların ışıkları rayların üzerinde parlıyordu. Günün sonunda şehrin ışıkları Tejo Nehri’ne yansırken içimden şu geçti:

Lizbon’da her gün batımı, ertesi gün yeniden başlamanın sözü gibi.

 

  1. Lizbon’da İlk Günün Ardından: Küçük Tavsiyeler ve Notlar

Lizbon’da geçirdiğim ilk günün sonunda, hem bedenim hem de zihnim doluydu. Yokuşlarda yürümekten bacaklarım yanıyor, ama her köşe başında gördüğüm bir manzara, duyduğum bir melodi veya tattığım bir lezzet yorgunluğu unutturuyordu. Bu şehir, sizi bir anda içine çekiyor ve bırakmıyor.
Günün sonunda otelime dönerken fark ettim: Lizbon’u anlamak, onu gezmekten çok hissetmekle mümkün.

İlk günün ardından aklımda kalan birkaç küçük ama önemli not:

  1. Lizbon’u yürüyerek keşfedin ama ayakkabılarınızı iyi seçin.

Şehrin yolları genellikle taş ve kaygan; özellikle Alfama ve Bairro Alto bölgelerinde ciddi yokuşlar var. En rahat spor ayakkabınızı giyin, çünkü en güzel manzaralar hep yokuşların sonunda.

  1. Tramvay 28’e sabah erken binin.

Bu nostaljik tramvay Lizbon’un sembolü ama aynı zamanda en turistik hatlardan biri. Öğleden sonra uzun kuyruklar oluşabiliyor. Sabah 8 civarı hem koltuk bulabilir hem de sakin bir şehir turu yapabilirsiniz.

  1. İlk gün için küçük bir yürüyüş rotası planlayın.

Benim rotam şuydu: Baixa-Chiado → Sé Katedrali → Alfama sokakları → Miradouro de Santa Luzia → Portas do Sol → Praça do Comércio
Bu güzergâh Lizbon’un tarihini, kültürünü ve manzarasını bir günde hissetmek için ideal.

  1. Kahve molasını atlamayın.

Lizbon’un kahveleri hem uygun fiyatlı hem de karakteristik. Küçük bir pastanede 1,20 €’ya espresso, yanına 1,50 €’ya Pastel de Nata alarak kısa bir mola verin. Bunu yapmak hem yerel gibi hissettiriyor hem de enerji toplamanızı sağlıyor.

  1. Küçük harcamalar için nakit taşıyın.

Birçok yer kart kabul ediyor ama bazı yerel kafe ve fado barları hâlâ nakit tercih ediyor. Özellikle 5–10 € arası banknotlar hayat kurtarıyor.

  1. Gün batımını kaçırmayın.

İlk gününüzde bile, günün sonunda Cais das Colunas veya Miradouro de Santa Catarina gibi bir noktadan güneşi uğurlayın. Lizbon’un gün batımı rengi, başka hiçbir şehirde yok.

 

Günün sonunda, Lizbon bana şunu öğretti:

Bu şehir acele edenleri değil, durup etrafına bakanları ödüllendiriyor.

Yalnız yürürken bile bir ses size eşlik ediyor — bazen bir tramvay zili, bazen bir gitar tınısı. Ve o ses, Lizbon’un kalp atışı aslında. İlk günüm bittiğinde, bu şehre yeniden dönmek isteyeceğimi zaten biliyordum.

Tags

Ayrıca Hoşunuza Gidebilir

Related post my-first-day-in-porto-a-slow-discovery-through-the-city-of-bridges-and-blue-tiles

Porto’da İlk Günüm: Mavi Fayanslar ve Köprüler Şehrinde Yavaş Bir Keşif

Porto, adını dünyanın en ünlü şaraplarından birine vermiş, ama bundan çok daha fazlasını sunan bir ş...

Devamını Oku
Related post porto-travel-guide-best-places-to-visit-hidden-gems-photo-spots

Porto Gezi Rehberi: Gezilecek Yerler, Az Bilinen Noktalar ve Fotoğraf Rotaları

Porto, Douro Nehri’nin iki yakasında kurulmuş, her sokağında tarih, sanat ve deniz kokusunu bir arad...

Devamını Oku